Close

İslam ve Hristiyanlık Arasında İmparatorluklar

Yazar: Cemal Kafadar

SUNUŞ

Sanjay Subrahmanyam’ın eserlerinin Türkçeye kazandırılması son derece sevindirici. Kendisi hakkında çağımızın en önemli tarihçilerinden biri dersem tarih disiplinindeki gelişmelerin yaklaşık son otuz yılını takip eden kimsenin şaşıracağını sanmıyorum. Kısa bir giriş yazısı çerçevesinde açıklamağa çalışayım.

Kristoforo Kolombo’nun sürprizli seyahatinin beş yüzüncü yıldönümü (1992) bilhassa Avrupa ve (her iki) Amerika’da ama dünya çapında hummalı bir yığın etkinliğe yol açmıştı: sergiler, filmler, diziler… ve tabii kitap ve makale yayınları. Kanaatimce bunların çoğu, klişelerin üç beş yeni obje veya kaynak eser ile cilalanarak yeniden ortaya sürülmesi, Avrupa-merkezci tarihçiliğin süregiden eleştiriler ışığında palyatif revizyonları ya da beş yüzüncü yıl piyasasında “siyaseten hak’tan yana görünme” tavrıyla kendine yer açmak isteyen fiyakalı ama sığ “Avrupa’nın zulmü” edebiyatı diye sınıflandırılabilecek çalışmalar oldu. Bunlar arasında bazı tarihçiler özgün ve kalıcı katkılarıyla öne çıktıysa biri de muhakkak Subrahmanyam’dır. Dünya tarihini zaman içinde köklü bir şekilde dönüştüren bu olayın ve ardından gelen “keşifler” çağının serencamını, bütün ironisiyle, Batı-merkezli tarihçiliğin epik ve romantik anlatısının tahakkümünden kurtarmak yolunda etkileyici çalışmalara imza attı, büyük yankı uyandırdı. Üstelik daha Hindistan’da, yani “taşrada” iken. Tam o yıllarda peş peşe yayımladığı kitap ve makalelerle, Avrupa’nın kendine has dinamikleriyle ve vasıflarıyla bir şeylerin farkında olmadan uyuklayan koca bir cihanı dönüştürüverdiği anlatısının nice zaafını taze bir dille ve bulgularla ortaya koydu. 1

Subrahmanyam’ın son otuz yıldaki üretkenliği, üstelik nitelikten hiç taviz vermeyen üretkenliği, hayranlık uyandırıcı. Kendisi ile ilgili bir değerlendirmede söylenen şu sözler sanırım bütün okurlarının kanaatini yansıtıyor: Onun yazdığı üst-düzey tarih çalışmalarının hızında çoğumuz okuyamıyoruz bile.”2  Kimselerin kolay kolay bir araya getiremeyeceği bir tarihî kaynak zenginliğiyle, perspektif çeşitliliğiyle ve metodolojik incelikle örülmüş bu katkılar dünya tarihçiliğine yeni bir soluk getirdiği gibi Avrupa tarihini kendine yeterli istisnai bir nesne imişçesine kendi kaynaklarıyla ve kendi öz-bilinciyle ele almanın yetersizliğini, hatta imkânsızlığını gösterdi.3  Birilerini kızdırdı tabii. Bu tepkilerin bir sebebi de Subrahmanyam’ın ince zekâsı ile yeri geldiğinde o anlatının temel taşlarıyla ve kahramanlarıyla dalgasını geçmesi olmuştur. Mesela bir yazısında şöyle deyiverir: “Bu makale, Malayalilerin [Kerala eyaleti ahalisi] Vasco de Gama hakkında ne düşündüklerine dairdir. Kısacası, pek büyütülecek birisi olmadığını düşünmüşler.”

Subrahmanyam, 1990’ların sonuna doğru giderek kavramsal tarih tartışmalarına doğrudan katılmaya başlar. Amerikan Bilimler Akademisi’nin Daedalus adlı dergisinde “erken modernite” ile ilgili hazırlanan dosyaya verdiği yazı, kavramın Avrupa-dışı toplumlar için zaten o yıllarda yaygınlaşmakta olan kullanımının içini doldurma yönünde ilk katkılardandır.4 Ama asıl 1997’de yayımladığı bir makalesinde öne sürdüğü ve sonraki çalışmalarında geliştirdiği “bağlantılı tarih(ler)” kavramı giderek Subrahmanyam’ın adı ile özdeşleşmiş ve bugün tarih disiplini ile uzaktan yakından alakalı herkesin haberdar olduğu ve kullandığı, tartıştığı bir kavram olmuştur.5  Erken modern dönemin dünyası bir yandan farklı kıtalar, bölgeler, ülkeler, devletler, toplumlar, ticaret ağları, fikir akımları vs. arasında yeni ve öncesine kıyasla çok daha sıkı bağlantıların oluşuyla, bir yandan da bunların interaktif dinamiklerle birbirini etkileme ve şekillendirme imkânlarının yoğunlaşmasıyla kendine has bir çağ örüntüsü kazanmıştır. Modern dünya bir kazanda pişmiştir. Ve dünya ölçeğinde bağlantılı yönleri ele alınmadan ne Avrupa ne Çin ne Osmanlı memaliki ne de herhangi bir yer anlaşılamaz.

Bunları somut ampirik ve yerel ile hemhal olan çalışmalarla besleyemezseniz boş laf olarak kalacağının, daha kötüsü yeni bir kozmetik ürüne çevrileceğinin farkındadır Subrahmanyam.

Mesela, bağlantılı tarih demişken, bu yaklaşımı da sığ ve kolaycı “global tarih”çilerin tasallutundan kurtarmak kolay değil. O yüzden tarihçinin ayağı “yer”e basmalıdır. “İngiltere’de sigortacılık gelişirken Güneydoğu Asya’da muskat fiyatlarının patlamasının, Patagonya’daki volkanik püskürme ile birlikte, okyanuslarda korsanlığın sonunu getirmiş olduğu düşünülebilir, demek ki Kraliçe Elizabet ile Hint padişahı Ekber modern dünyayı birlikte şekillendirdiler” türü havada uçuşan bir globallik şovu olarak değil, yerel tarihleri ve tarihçileri gerçekten ciddiye alarak, bildiği bütün dillerde (ki saymak bile çok yer tutar) yayınları takip ederek ama sorularını hep bir yere/yerlere ve oranın insanlarına bakarak yazmağa çalışır bağlantılı tarihleri.

Elinizdeki kitaba gelince, buradaki on bir yazıdan onu, daha önce yayınlanmış makalelerin eklerle ve revizyonlarla geliştirilmiş hallerinden oluşuyor. Ancak bu eklektik bir derleme değil, yazarın zihnindeki ilintili üç büyük temaya farklı yönlerden eğilerek birbirini tamamlayan yazıların bir araya geldiği bütünlüklü bir kitap. Subrahmanyam’ın en yakından ilgilendiği temaların başında erken modern dönemin imparatorluklarının karşılaştırmalı ve bağlantılı “grameri” diyebileceğimiz bir dev mesele gelir. İrili ufaklı çeşitli devletlere, ama özellikle Babürlü, Habsburg ve Osmanlı imparatorluklarına, her biri farklı örf, iklim, dil, din vs. öbekleşmeleri içinde şekillenmiş, kâh örtüşen kâh ayrışan muazzam bir toplumsal çeşitliliği bir araya getiren ve bir arada tutmaya çalışan siyasi yapılar olarak bakar. Liberal, despotik, hoşgörülü gibi kelimelerin, anakronik boyutlarına katlansak dahi, yetersiz kaldığına da dikkat ederek yapısal özelliklerine ve dönüşüm dinamiklerine benzeşen/benzeşmeyen ve bağlantılı/müstakil yanlarıyla eğilir. Her birinin çeşitliliği yönetme ve yönetememe halleri vardır, bunları belirleyen somut maddi koşullar (iktisat, coğrafya, vb.) ve kültürel gelenekler vardır. Hiç değiştirilemez şeyler değilse de dönüşümlerin değişimlerin ufkunu, imkânını belirleyen şeylerdir bunlar. Baş döndürücü çeşitlilikler hepsinde vardır, iktisadi sömürü hepsinde vardır, bu çeşitliliği yönetme becerisi/beceriksizliği hepsinde vardır, kılıç ile kalemi birlikte kullanarak toplumun adalet ve benzeri ideallerine hitap eden bir düzen sağlama kaygısı hepsinde vardır. Tabii kendine göre vardır, ama hiçbiri kendine göre olanı kendi başına biçimlendirmez, biçimlendiremez. Bağlantılı tarih tek ve en üstün yöntem olma iddiasında değildir ama bu devletlere ve toplumlara bağlantılarını mercek altında tutarak baktığımızda onları daha iyi anlayacağımızı iddia eder.

Kitabın bir diğer temasını teşkil eden soru, imparatorlukların ardından gelen ulus-devletler dünyası ile ilgilidir. Bunların Habsburg, Osmanlı ve Hint coğrafyalarında yapıları, ölçekleri ve tecanüs/çeşitlilik konularındaki tavırları açısından (mesela dil birliği veya çoğulluğu) neden büyük farklar gösterdiğini anlamağa çalışır. Burada yine Avrupa’ya atfedilen gelişme çizgisinin bütün dünyaya bir telos sunduğu, her yerde uluslaşmanın aynı yolu izlediği fikrine karşı çıkar ve Subrahmanyam erken modern imparatorlukların artçılarını önemli bir ölçüde o imparatorluk yapılarına has gelenekler ve gerilimler üzerinden anlamamız gerektiğini gösterir.

Türkçe okurları doğrudan ilgilendiren çok şey var kitapta. Mesela, Subrahmanyam’a göre, erken modern dönem imparatorluklarının damga vurduğu yeniçağ dünya düzeninin bir neticesi de, onaltıncı yüzyıl sonlarında yeni bir dünya tarihçiliğinin doğması olmuştur. Gelibolulu Mustafa Ali’nin çağdaşı Çin, Hiny, Meksikalı (yerli) ve Avrupa tarihçileri ile birlikte okunduğu bu deneme şüphesiz Osmanlı tarihi okurlarının dikkatini çekecektir. Bu yazıda daha önceki çağların evrensel tarih yazımına göre (mesela İşbilyalı İzidoros veya Reşidüddin), 16. yüzyıl içinde ve sonrasında farklı kültürlerde bazı tarihçiler arasında nasıl farklı bir dünya algısı ve dünya tarihi yazma anlayışının doğup geliştiğini ve bunlar arasındaki paralellikleri ele alır. Yol boyu Piri Reis’le de karşılaşırız, Tarih-i Hind-i Garbi ile de.

Subrahmanyam’ın bu kitapta yer alan ve yine Osmanlı tarihçiliği açısından tartışmağa değer bir diğer tezinde, dünya tarihinde bir mütearife haline gelmiş “Avrupalılar Ümit Burnu’ndan dolaşarak Güney ve Doğu Asya’ya ulaşmanın yolunu bulunca Akdeniz’in Venedik eksenli uluslararası ticaret ağı çöktü” argümanı sorgulanır. Bu konuda, Paris’te geçirdiği yıllarda yakından tanıma ve teşrik-i mesai fırsatı bulduğu Jean Aubin’in (ö.1998) çalışmalarından yararlanır. (Bu değinme, Fransızca dışındaki dillerin okurlarının pek az tanıdığı Jean Aubin’in eserlerinin Türkçe’ye çevirilmesi için de bir davet olsun umarım.) Yakından tanıdığı Venedik kaynaklarının yeni deniz ticaret yolları ile ilgili ağlaşmalarını abartılı bulan Subrahmanyam, Aubin’in işaret ettiği üzere Memluk hâkimiyetinin son yıllarına rastlayan çalkantılı dönemde Hint Okyanusu ile Akdeniz arasında menteşe konumundaki Kızıldeniz hattını güvensizleştiren siyasi krizleri öne çıkarmayı tercih eder.

Kitaptan yine yazarına dönersek, kendisi için günümüz tarihçilerinin tartısında çağımızın en önemli tarihçilerinden biri deseniz kimsenin şaşıracağını sanmıyorum, diyerek başlamıştım. Hemfikir olan büyük bir çoğunluğun yanında itiraz edenler de olacaktır. O da bunu ister. Otuz yıllık dostluğumuza yaslanarak biraz da kişiliğinden bahsetmek istiyorum çünkü tarihçilerin kişiliksiz bir nesnellik zırhına bürünmesinden hoşlanmaz ve bu görüş, onun zihin dünyasının önemli bir katmanıdır. Tartışmayı sever, yani tartar ve tartılmak ister. Herkesin terazisinde ağır basmak gibi bir derdi yoktur. Bir eseri değerlendirirken en önemli ölçütlerinden biri, “Peki, kimlerin hoşuna gitmedi?” sorusudur. Kendini herkeslere beğendirmeğe çalışan, argüman yapmayan, tavır almayan tarihçilerden olmak istemez. Ama bilhassa hazırlop cevaplarla, hiç çalışılmadan benimsenmiş ve bilimsellik süsü verilmiş kanaatlerle, yargılarla, seçkinliği ve başarısı kendinden menkul yerleşik elitlerin ve ekollerin (Oxbridge olsun, Ivy League olsun) ortaya sürdüğü eserlerde karşılaştığında dilini sivriltir. Hindistan’ın entelektüel hayatı çerçevesinde de “rahat durmaz”, en başta kendilerini merkezi konumda gören Bengallilere ama genel olarak (Delhi ve Mumbai dahil) Kuzey-ağırlıklı bakışa hep mesafelidir, Maduniyet okuluyla da Aligarh’la da yıldızı barışmamıştır. Güney Hindistan dillerinden Tamil ve Telugu dillerindeki kaynakları, hatta romanları filmleri kullanması, Bengali Hindi ve İngilizcenin ötesine gitmeden Hindistan tarihi ve bunun üzerinden post-kolonyal dünya tarihi yazmak isteyenlere bir yanıttır. Hind tarihinin ortaçağ ve Babürlü dönemlerinin, hatta altkıtanın Babürlü memaliki dışında kalan geniş bölgelerinin tarihini Farsça kaynak okumadan yazmağa kalkanlara yüz vermez. Ancak asıl Avrupalı/Amerikalı kurumlarda yeni şekillerde boy gösteren Batı-merkezci tarihçiliği veya kendini buna alternatif olarak sunan ama dillere/kaynaklara/yerel olana gereken ihtimamı göstermeden yazılan “global” tarihi gördüğü/duyduğu yerde mücadele eder. Çünkü entelektüel uğraşların, bu meyanda bilimin kamusallığının farkındadır, her ne kadar derin araştırma ve tefekkür insanı ise de bunları fildişi kulesinde kalarak yapmanın yanlış olduğunu düşünür. Hem bunca kalem kavgası veren bir insan olarak Subrahmanyam’ın aynı zamanda en bol ortak yayını olan, yani farklı meslektaşlarıyla birlikte düşünüp üreten tarihçilerden olduğunu da es geçmemeliyiz.6  Okurlar, Subrahmanyam’ın çok yönlü tarihçiliğini ve mücadelelerini akılda tutarak kitabın tadını çıkaracaklardır umarım.

Cemal Kafadar


Dipnotlar

1 1993’te Portekiz’in Asya İmparatorluğu ile, 1997’de Vasco de Gama ile ilgili bir kitap, arada Matthias de Albuquerqe ile ilgili bir makale; yani Portekiz’in “keşifler çağı”nı başlatan hikâyesinin belli başlı köşetaşlarını ve kişiliklerini yepyeni bir perspektiften değerlendiren çalışmalar.

2 Srinath Raghavan, “Master of Centuries”, The Caravan, 1 Temmuz 2013.

3 Tarih yöntemiyle, özellikle de Avrupa tarihçiliğinin temel sorunlarından biriyle ilgili önemli bir (ortak) yayını için bkz. Historical Teleology: The Grand Illusion, Henning Trüper, Dipesh Chakrabarty ve Sanjay Subrahmanyam, Londra: Bloomsbury, 2015.

4 Subrahmanyam, Sanjay, “Hearing Voices: Vignettes of Early Modernity in South Asia, 1400-1750.” Daedalus 127, no. 3 (1998): 75–104.

5 Subrahmanyam, Sanjay, “Connected Histories: Notes towards a Reconfiguration of Early Modern Eurasia”, Modern Asian Studies 31, no. 3 (1997): 735–62.

6 Özellikle Muzaffar Alam ile birlikte yayınladıkları kitap ve makaleler başlı başına büyük bir külliyat oluşturur. Elinizdeki kitaptaki yazılardan biri de Anthony Pagden ile birlikte yazılmıştır.